24 Mart 2013 Pazar

Osmanlılar, 400 atlı diye ifade edilen küçük bir aşiret olmalarına rağmen, Koca Bizans'a karşı, Karamanoğulları ve Germiyanoğulları gibi büyük Anadolu beylikleri varken nasıl karşı koyup cihan devleti haline geldiler? Aşiretten cihan devletinin çıkmasını ne ile izah edebiliriz?

Osmanlı Devleti'nin kuruluşu üzerinde, özellikle 20. Yüzyılın başında yerli ve yabancı araştırmacılar çokca durmuşlar ve 400 atlıdan cihan devletine geçişin sırlarını araştırmışlardır. Fuad Köprülü'nün ve H. A. Gibbons'un aynı adı taşıyan Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu adlı eserleri, bunlara misal olarak zikredilebilir. Bu görüşleri bir iki cümle ile özetledikten sonra kendi kanaatimizi zikredeceğiz.

   A) Bu konuda Gibbons'un başını çektiği bir nazariyeye göre, Osmanlılar, ancak Balkanlardaki fetihlerden sonra Anadolu'daki topraklarını genişletebilmişlerdir. Balkanlardaki fetihleri, tahrip ve yağma maksadıyla yapılmış bir akın değildir, belki planlı bir yerleşmedir. Buraya kadar doğrulara tercüman olan Gibbons, daha sonra Osmanlı aşiretinin küçük bir aşiret olduğunu; hatta Moğolların elinden kaçtıktan sonra Anadolu'ya gelişlerinde Müslüman olmuş olabileceklerini; yeni Müslüman olmanın heyecanıyla gayr-i müslimleri de zorla İslamlaştırdıklarını; aslında kendi nüfuslarının az olduğunu, ancak dine dayanan yeni bir Osmanlı ırkı meydana getirerek yerli Rumları da yanlarına aldıklarını; harb esirlerinin İslam'ı kabul etmesinin onlar için imtiyaz olduğunu ve kısaca Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu yeni bir dinle yeni bir ırk ortaya çıkarmaya borçlu bulunduğunu açıklamaktadır. Bu görüş daha sonra gelen tarihçiler tarafından, özellikle Fuad Köprülü tarafından şiddetle tenkit edilmiştir.

   B) P. Wittek, Osmanlı Devleti'nin tam bir gazi devlet özelliğini taşıdığını, teşkil ettiği uc kültürü ile Osmanlıların fethedilen yerler halkına tam bir müsamaha içinde yaklaştıklarını ve bunun da kaynaşmayı kolaylaştırdığını ifade etmektedir.

   C) F.Giese ise, Gibbons'u şiddetle tenkit ettikten sonra, Osmanlının kuruluşunun maneviyat erenlerinin gayretiyle mümkün olduğunu ve ahilerin rolünün asla inkar edilemeyeceğini açıklamaktadır.

   D) Balkan tarihçileri, başta Iorga olmak üzere, Osmanlı Devleti'nin vahdetçi ve muhafazakar tavrı sebebiyle, Bizans'ın anarşi ve terör havasından bıkmış köylü ve askerlerinin (akritoi), kültür, din ve medeniyet konusundaki devamlılığı da müşahede edince, düşünmeden ve kitleler halinde Osmanlı'ya teslim olduklarını açıkça beyan etmişlerdir.

   E) Bütün bu görüşleri yazdığı önemli eseriyle tahkik ve tenkit eden Fuad Köprülü, Gibbons'un Osmanlı Aşiretinin önemsiz bir aşiret olduğu görüşü ile yeni ihtida iddiasını haklı sebeplerle reddederken, Osmanlı Devleti'nin tamamen dini sebeplerle olan yükseliş tarzına, bazen aşırıya varan tarzda itiraz etmektedir. Fuad Köprülü, bütün meseleyi, Ahlat'tan Domaniç'e gelen Ertuğrul Bey ve nislinin insan yapısına bağlamaya çalışmaktadır. Bu arada Ahilerin Giese tarafından ifade edilen kuruluştaki rollerini mübalağalı bulmaktadır. Köprülü, kuruluşda, Moğolların baskısı sonucu Anadolu'ya göç eden Türkmenlerin gaza ruhu ile Bizans topraklarını Dâr'ül-İslam yapmak üzere gayretlerinin; Selçuklu Devletinin zaafa düşmesi ve Anadolu Beyliklerinin kurulması gibi bu dönemde meydana gelen büyük siyasi olayların;Türklerin sahip olduğu etnik özelliklerin; Osmanlı kabilesinin asil oluşunun; Anadolu'da oluşan Gaziyan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum, Baciyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum gibi askeri, sosyal ve iktisadi grupların; nihayet Osmanlı Beyliğinin bulunduğu yerin jeopolitik durumunun; diğer beyliklerin Osmanlı Beyliğine karşı hasmane tutum içine girmemelerinin ve benzeri sebeplerin, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda ve inkişafında önemli rolleri olduğunu uzun uzadıya açıklamaktadır. Fuad Köprülü'nün gaza ruhunun ve i'lay-ı kelimetullah gayesinin bu konudaki rolünü küçümsediği kanaatindeyiz.

   F) Bu arada son zamanlardaki görüşleri de özetleyen Halil İnalcık, Balkanlarda Osmanlı'nın yayılışının tamamıyla muhafazakar bir karakter taşıdığını, ani bir fetih ve yerleşme mevzubahis olamayacağını, eski Rum, Sırp ve Arnavut asil sınıfları ve askeri zümrelerinin (voynuklar ve lagatorlar gibi) yerlerinde bırakılarak mühim bir kısmının Hıristiyan tımar erleri olarak Osmanlı tımar kadrosuna sokulduğunu, delilleriyle anlatmaktadır. Osmanlı Devleti'nin hiçbir  zaman İslamlaştırma politikası gütmediği şeklindeki görüşün ise, kısmen yanlış anlaşıldığı kanaatindeyiz.

Bütün bu görüşleri değerlendirdiğimizde, problemin İslam'ın fetih ve harble ilgili hükümlerinin incelemeden meseleye yaklaşmak olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Zikredilen sebeplerin elbette ki Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda büyük etkileri olduğunu, ancak asıl mesele Osmanlıların d evlet kurma ve idare etmedeki ilahi kabiliyetlerinin yanında, doğru İslamiyet'i ve İslamiyet'e layık doğruluğu yaşamaları ve ilk fetih yıllarında İslam'a olan bağlılıklarının tam olarak devam etmesidir. Çünkü şu Müslüman Türk Devletinin bir zamanlar, bütün Avrupa'nın büyük devletlerine karşı hayatını ve varlığını devam ettiren, devletin ordusundaki Kur'an'dan alınan şu fikirdir: "Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim" Gerçekten Kosova muharebesine çıkan Murad Hüdavendigar'ın son duası şudur. "Yarab! Beni din yolunda şehid, ahirette said et" demiş ve istediği olmuştur. Bu ruh ile şahlanan şanlı ecdadımız, şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek bakmış; daima Avrupa'yı titretmiştir. Size de soruyorum; şu dünyada basit fikirli ve saf kalpli olan genç askerlerin ruhunda öyle ulvi fedakarlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterileribilir? Hangi duygu bu manevi değerlerin yerine ikame edilebilir?

Bu iman ve idealin istikametinde yürüyen "devlet-i ebed-müddet" asırlarca dört kıt'aya hükmetmiştir ve medeniyet götürmüştür. Bu şanlı tarihin temelinin nasıl atıldığını ise, 1071'de Malazgirt'te konuşan ve sesi tarihin derinliklerinden bize akseden Alparslan'dan dinleyelim: "Din ve devlet yolunda sırf Allah rızası için savaşacağız. Eğer şehid düşersem vurulduğum yere gömünüz, bir adım geriye bile değil... Hükümdar olarak değil, bir er gibi din ve devlet için dövüşeceğim".  Bu sesi duyan ve bu ruhla Osmanlı Devletini kuran Osman Beyde ölüm döşeğinde aynı ruhu oğlu Orhan'a da aşılamaktadır. "Oğlum, mesleğimiz Allah yoludur. Kuru kavga değildir."

Tarih bize gösteriyor ki, biz Müslüman Türkler, ne derece manevi değerlerimize bağlanmış isek ilerlemişiz. Ne vakit manevi değerlerimizden uzak kalmışsak, gerilemişizdir ve düşmanlar bizi can damarımızdan vurmuşlardır. Bilesiniz ki, düşman bizi hiçbir zaman açık savaşta yenemiştir. Daima tehlikeyi, kurtuluş reçetesi olarak göstererek bizi içimizden hançerlemiştir. Bir milletin maddi bataryaları ne kadar modern silahlarla mücehhez olursa olsun ve o millet isterse imparatorluk seviyesine yükselsin, manevi bataryaları boş olduğu müddetçe yıkılmaya mahkumdur.

Hamaset gibi görülen bu cümleler, aslında Gibbons'un, Wittek'in ve Giese'nin hissedip de ifade edemedikleri duygular olduğu kanaatini taşıyoruz. Bu genel girişten sonra bazı hususları ifade edeceğiz.

   a) Osmanlıların hem Allah'ın kendilerine ihsan ettiği etnik özellikleri ve hem de bulundukları mevkiin her açıdan fetih ruhuna uygun olması, kuruluş ve gelişmelerinde mühim rol oynamıştır.

   b) Bu arada kendilerine düşman olan Bizans'ın yıkılma noktasına gelmesi, kendini iktisadi açıdan devam ettirebilmesi için vergi ve idare açısından kendi vatandaşlarına zulmetmesi, Bizanslılar, Sırplar ve Bulgarların Ortodoks olmaları hasebiyle, bazen Avrupa'dan destek yerine köstekle karşılaşmaları, elbette ki yukarıda zikredilen sebepleri destekleyen etkenler olmuştur.

   c) Ancak yerli ve yabancı tarihçilerin Osmanlı Devleti'nin kuruluş ve gelişmesini etkileyen haller olarak açıkladıkları sebeplerin, aslında Osmanlı Devleti'nin doğru bir şekilde İslam Hukukunun hükümlerini uygulamalıdır demek daha doğru olsa gerektir kanaatindeyiz.


   - Osmanlı Devleti'nin din hürriyeti konusundaki müsamahası, İslam Hukukundaki din hürriyeti prensibinin aynıyla uygulanmasıdır. Bir İslam ülkesinde vatandaşlığa kabul edilen zimmilerin, dinlerine müdahale edilmesi ve hele İslam'a girmeye zorlanması mümkün değildir. Ancak Müslüman olması ile, Müslümanlara ait bazı imtiyazlı haklar (mesela vali, sancak beyi ve hatta sadrazam olabilme hakları) elde etmesi, elbette ki, Osmanlıların bu tutumunu gören gayr-i müslimlerde olumlu etkiler yapmıştır. Gazi Mihaller ve benzeri Hıristiyan asıllı kahramanlar bunun neticesidir. Dolayısıyla Osmanlılar, zorla İslamlaştırmamışlardır; ancak i'lay-ı kelimetullah diye ifade edilen İslam'ı yayma gayesinden asla taviz vermemişlerdir. Yerli halk, bu müsamahayı ve Hıristiyanlığı yok etme gibi planlarının olmadığını görünce, Osmanlıya ve İslam'a kitleler halinde girdikleri olmuştur.

   - Bilindiği gibi, İslamiyet, gayr-i müslimlere sadrazamlık, valilik, sancakbeylik, belli yerlerde kadılık ve devlet başkanlığı gibi görevlerin dışında (vezaret-i tefviz manasını taşıyan görevler), diğer vazifelerin verilmesinde (vezaret-i tenfiz manasını taşıyan görevler, tımar eri, subaşı, gayr-i müslemlere kadılık) sakınca görmemiştir. Osmanlılar kuruluş döneminde bu prensibi eksiksiz uygulamışlardır. Bu sebeple Sırplar, Bulgarlar ve diğer Balkan milletleri, vaynuk, lagator ve martoloslar adı altında askeri ve idari görevlerde istihdam edildikleri gibi, kendilerine tımar ve ze'amet de verilmesi ihmal edilmemiştir.

   - Osmanlı Devleti, İslam'a aykırı olmayan ve ama insanlığa yararlı olan müesseselerin ve kanunların, başka dinlere ve milletlere ait olsa da, iktibas edilmesinde veya vatandaş olan gayr-i müslim tebaanın kendi inanç ve adetleriyle başbaşa bırakılmasının da hiçbir mahzur görmemiştir. Bu sebeple, bazı tarihçilerin ifade ettiği uc kültürü, zaten Müslüman Türk kültürünün bir parçasıdır. Sonradan buna rivayet edilmediyse, bu, sonrakilerin hatasıdır.

   - Bütün bunlara maneviyat erenlerinin gayretleri de ilave edilince, yedi düvele karşı cihad yürüten Osmanlı Devleti'ni durdurmak mümkün olmamıştır. Meseleye böyle bakmak gerekir kanaatindeyiz

4 Mart 2013 Pazartesi

Osmanlıların şeceresi (soy ağacı) ile ilgili kısaca bilgi verebilir misiniz? Osmanlı'ların Türk olmadıkları söylentileri ve Ertuğrul Gazi'nin babasının Süleyman Şah mı yoksa Gündüz Alp mi olduğuna dair görüş ayrılıkları konusunda neler biliyoruz?

Her iki konu da bazı batılı tarihçiler tarafından tartışılmış ise de, son yapılan ilmi araştırmalar ve de ortaya çıkan bazı Osmanlı sikkeleri, problemi hemen hemen çözmüş bulunmaktadır. Şöyle ki:

Birinci konuda, başta Gibbons olmak üzere bazı batılı yazarlar, Osmanlı Devleti'ni kuran Osmanlı Hanedanının aslen Türk olmadıklarını, belki Moğol neslinden olabileceklerini ileri sürmüşler ve hatta bazı tarihçiler, Müslümanlıklarının dahi Anadolu'ya geldikten sonra gerçekleştiğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. Ancak bu manada söylenenler, sadece menkıbe kabilinden bazı olayların, çok zorlamalarla yorumundan ibaret olduğunu, yerli ve yabancı bilim adamları ortaya koymuşlardır.

Şurası açıktır ki, Oğuz boyunun Gün, Ay ve Yıldız Hanlarından meydana gelen kollarına Bozoklar denmektedir; Gün Han'ın Kayı, Bayat, Elkaevli ve Karaevli ismiyle dört boyu bulunmaktadır. Sağlam ve kudret sahibi demek olan Kayı Boyunun sembolü (ongun) şahindir ve Osmanlılar da Kayı Boyundandırlar. Osmanlı Devleti'ni kuran ve ona adını veren Osman Bey'in ve babası Ertuğrul Gazi'nin, ne kadar küçük olursa olsun, Kayılara mensup bir aşiretin başında bulunduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun dışında, Kayıların Hz. Adem'e kadar giden şecereleri ile ilgili izahlar, sadece menkıbevi kıymete haizdirler. Tarihen sabit olmadığı gibi, bütün şecerelerin de birbirini tutmadığı açıkça görülür. Hatta bazı kaynaklarda, Osmanlıların soyu, Hz. Peygamber'e bile isnad olunmaktadır. Bunların ilmi değerleri yoktur.

Eskiden beri Oğuzların bir şubesi olan Kayılar, diğer Oğuz boylarının göç hareketlerine benzer şekilde, Selçuklular zamanında doğudan batıya ve nihayet Anadolu'ya göç etmeye başlamışlardır. Bu dediklerimizi, Yazıcıoğlu'nun Selçuknamesi, İdris-i Bitlisi'nin Heşt Behişt'i ve Şükrullah'ın Behçet'üt-Tevarih'i gibi ilk dönem kaynakları da ifade etmektedir.

Dolayısıyla osmanlılar Türk'türler; ancak büyük devlet olmalarını, sadece kendi kavimlerinden verasetle aldıkları kuvvet ve kudrete değil, aynı zamanda İslam'dan aldıkları ve Osmanlı adı altında aynı pota altında eritmeye muvaffak oldukları din ve dünya görüşüne borçludurlar. Bu sebeple, Fuad Köprülü'nün Gibbons'a ait görüşünün tenkidine yüzde yüz katılırken, aynı yazarın Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda söz ettiği İslam Milleti veya tarihi ifadesiyle Osmanlı Milleti izahını yabana atmak da mümkün değildir. Sözün özünü Ahmed Cevdet Paşa söylemiştir:

"Devlet-i Aliyye, başlangıçta, her ne kadar bir küçük hükümet şeklinde idi; lakin Türklüğe mahsus olan üstün sıfatlar ile İslami şeca'at ve dindarlığı kendisinde toplamış bir kabile olduğundan, kendisinde İslam milletinin birliğine vesile olmak gibi bir kabiliyet vardır. Bu Devlet-i Aliyye, diğer devletler gibi, imtiyazlı bir toplum içinden ortaya çıkıp da hazır millet ve memleket bulmuş bir devlet değildi; belki yeni topraklar feth ederek, kendine yer edinmiş ve teşkil ettiği Osmanlı Milleti dahi, dilleri farklı, tavır ve ahlakları ayrı ayrı çeşitli milletlerin en güzel edeb ve tavırlarından seçilmiş üstün ve güzel bir topluluktur. Bunların dedeleri de, çok eski zamanlardan beri Türkistan'da dahi han ve sultan olarak el-hakk asil ve soylu bir Türk hanedanıdır".

İkinci konuya yani Ertuğrul Gazi'nin babası meselesine gelince, Osman Bey'in babasının Ertuğrul Gazi olduğu, ortaya çıkan Osman Bey'e ait bir sikkeyle ve kaynakların ittifakı ile kesinlik kazanmıştır. Ancak ertuğrul Gazi'nin babası konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Meşhur olan birinci rivayet, ilk dönem tarih kaynaklarının çoğunun ve hatta elimizdeki şecerelerin ifadesine göre Süleyman Şah'dır. Ahmed Cevdet Paşa ve benzeri bir çok son dönem tarihçileri de bunu ifade etmişlerdir. Ancak doğru olan, Ertuğrul'un babasının Gündüz Alp olduğu şeklindeki ikinci görüştür. Zira Enveri'nin Düstur-name'si ve Tevki'i Mehmed Paşa'nın Tarihi gibi önemli Osmanlı kaynakları bunu ifade ettiği gibi, ilim adamları tarafından son zamanlarda bulunan "Osman bin Ertuğrul bin Gündüz Alp" şeklindeki bir sikke de açıkça bu görüşü teyit etmektedir. Bilindiği gibi Süleyman Şah, Anadolu Fatihi ve Türkiye Selçuklu Devletinin kurucusu ve ilk sultanı olması hasebiyle, onun isminden kalan bir hatıra olarak zikredilmesi kuvvetle muhtemeldir. Ertuğrul Gazi'nin annesinin ise, şu anda Domaniç'de medfun bulunan Hayme Ana olduğu ifade edilmektedir. 2.Abdülhamid'in emriyle türbe yapılmıştır.

Klasik nakillere göre, daha evvel İran'da Mahan denilen yerde Süleyman Şah idaresinde yaşayan Kayılar, Moğol istilasının etkisiyle Anadolu'ya ve Ahlat'a gelmişler; oradan da Mardin'e 250 km kadar güney-batıda yer alan Caber Kalesi yakınında Fırat nehrini geçmeye çalışırken, Süleyman Şah'ın boğulması üzerine kollara ayrılarak Anadolu'ya yayılmışlardır. Caber Kalesi yanındaki bu menkıbevi mezar, hala Türk Mezarı diye bilinmektedir ve toprağı Türkiye Cumhuriyeti'ne aittir. Gündüz Alp'in kabrinin ankara yakınlarında olduğu ve gerçekten Süleyman Şah'ın oğlu Selçuklu Sultanı 1. Kılıçarslan'ın da tarihi Türk Mezarına yakın bir yerde Dicle'nin Habur koluna düşerek vefat ettiği nakilleri nazara alındığında, bu önemli hatıraların tesiriyle Süleyman Şah adının Selçukoğullarından Osmanoğullarına geçisin bir sembolü olduğu düşünülebilir.

3 Mart 2013 Pazar

1999 yılı neden Osmanlı Devleti'nin 700. Yıldönümüdür? Osmanlı Devleti'nin 1299 yılında kurulduğu kesin midir?

Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi
Osmanlı tarih kaynaklarının bu konuda iki ayrı nakilleri bulunmaktadır.

     1) Hicri 699 yılını esas alan görüştür. Ancak 699 yılının hangi ayıdır? Elimizdeki bazı kaynaklar, 4 Cemaziyelula 699 tarihini vermektedirler ki, Miladi karşılığı 27 Ocak 1300 etmektedir ve Sultan Abdülhamid Han'ın tesbit ettirdiği tarih de budur. Osmanlı Maarif Nezareti, İstiklal-i Osmaninin tam gününü tesbit etmek üzere, konuyu 28 Kanun-ı Sani 1329 tarihli tezkire ile Tarih-i Osmani Encümeni Başkanlığına havale eylemiştir. Encümenin görevlendirdiği tarihçi Efdalüddin konuyu bütün kaynaklardan araştırmış ve bazı sonuçlara ulaştıktan sonra bu tarih yani 4 Cemaziyelula 699 / 27 Ocak 1300 tarihi istiklal kazanılan gün olarak kutlanmaya başlanmıştır.

Her ne kadar Osmanlı Beyliğinin bağımsızlığına alamet olacak bazı olaylar daha önce meydana gelmiştir; 688/1288-1289'de tabi ve alemin gelmesi gibi. Ancak tarihçilerin çoğunluğu 699 yılı üzerinde ittifak halindedirler. Bu yıl içinde Osman Bey'e tabi, Ala'addin Keykubad'ın Gazan Han tarafından azi ve hapsedilmesi üzerine, Selçuklu Devleti fiilen sona ermiş ve uç gazileri (Serhad Ümerası) da bir araya gelerek Osman Gazi'yi saltanat tahtına oturtmuşlardır. El öpülerek bi'atın yapıldığı bu merasimin günü, Osmanlı Devleti'nin istiklal günü olarak kabul edilmelidir. Ancak bu gün hangi gündür?

Bu günün Cemaziyelula 699 / 27 Ocak 1300 olduğuna dair elimizde bulunan tek resmi belge, sadece 1263/1847 tarihli Salname'dir. Salnamenin bu bilgiyi nereden aldığı bütün araştırmalara rağmen elde edilememiştir. Bu resmi kaynaktan başka günü belirten vesika bulunmadığına göre, doğru olanın 4 Cemaziyelula 699 27 Ocak 1300 tarihi olduğudur ve netice olarak Osmanlı Devleti'nin 700. Yılı, 1999 değil 2000 yılıdır.

Bu izahlara göre, Cumhuriyet dönemi tarihçilerinin bu zamana kadar nakl ede geldikleri 1299 yılı, sadece merasim gününün 699 yılının ilk üç ayında yani Muharrem, Safer ve Rebiülevvel aylarında olması halinde doğru olabilecektir. Buna dair bir kaynak veya belge yoktur. Ancak kutlamalar, sembolik şeyler olması hasebiyle, bu ince ayrıntıda boğulmaya gerek yoktur.

     2) Hicri 700 yani 1300 yılını esas kabul eden görüştür. Burada ay yoktur ve hatta Tarihçi Ali, bu tarihin, her yüzyılda bir müceddid geleceğini ifade eden hadisin manasına Osman Gazi'nin masadak olması için böyle bir yola başvurulduğunu açıkça ifade etmektedir. Gerçekten Lütfi Paşa'ya göre, Osman Bey, 8. Hicri yüzyılın müceddididir.

2 Mart 2013 Cumartesi

Osmanlı Devleti'nde savaş esas mıdır?Bu devlet harp ile mi gelişmiştir? Böyle bir anlayış İslam'ın manasına uygun mudur? Osmanlı fetih politikasının hukuki esasları nelerdir?

Osmanlı düşmanını savaşdan önce mutlaka İslam'a davet edilirdi.
Davetin kabul edilmemesini takiben, savaş başlardı. 
Bu sorunun cevabını verebilmek için, Osmanlı Hukukunda harbin yani cihadın tarifine ve sebeplerini özetlemek gerekir. Hukuki yönünü ortaya koyduktan sonra, tarihi olaylarla meseleyi izah etmek daha kolay olacaktır.

Osmanlı Hukukunda gaza, cihad ve kıtal gibi gelimelerle ifade edilen harb, değişik şekillerde tarif edilmiştir. Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşmak ve bu uğurda elinden geleni yapmak şeklindeki tarif cihadın umumi tarifidir. Harbin karşılığı olan cihad ise, İslam'a davet ve bu daveti kabul etmeyenlerle savaş diye tanımlanmıştır. Bu manada harp , normal zamanlarda Müslüman toplumun dini görevidir(farz-ı kifaye); düşman İslam ülkesine hücum ettiği zamanlarda ise savaşa ehil her Müslümanın zaruri görevi haline (farz-ı ayn) gelir. Bu gibi durumlarda nefir-i amm (umumi seferberlik) dini ve zaruri bir görevdir.

Harbin gayesi ile ilgili olarak şunlar söylenebilir: Bilindiği gibi Osmanlı devleti (umumi manada), vatan ve ırk gibi maddi değerler üzerine değil, manevi değerler ve bütün insanlığın iki dünya mutluluğunu temin etme mefküresi üzerine kurulmuş bir devlettir. Bu manada Osmanlı Devleti'nin cihaddan gayesi, bütün insanları zorla Müslüman etmek değildir. Amaç, isteyenlerin İslam'a girmelerini, istemeyenlerin ise İslam'ın hakimiyeti altında huzur ve refah içinde yaşamalarını temindir. Bu yüce gayeye ulaşmak için, son başvurulacak çare cihaddır. Hz. Peygamber'in şu hadisi bunu gayet güzel açıklamaktadır: "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşıp savaşmayı arzu etmeyin. Allah'tan afiyet ve huzur dileyin. Düşmanla karşılaşınca da, sabır ve sebat gösterin ve bilin ki, cennet, kılıçların gölgesi altındadır". Kıca cihadın gayesi, netice itibariyle sulhdur ve tevhid inancının düsturları ile insanlığı daimi bir barışa davettir.

Osmanlı Hukukunda meşru addedilen harplerin gerekçelerini şu haller teşkil eder:

1) İ'lay-ı kelimetullah veya fi sebillilah cihad dedikleri, Allah'ın kelamını ve dinini yüceltmek için Allah yolunda yapılan savaştır. Bunun içine, aşağıda belirtilen usule riayet etmek şartıyla, İslam'ın bütün insanlara anlatılması ve davetin dünyadaki herkese yapılması gayesi girdiği gibi, İbn-i Kemal'in yerinde ifadesiyle, saf İslam inancının sapık inançlardan ve mezheplerden korunması da girmektedir. Nitekim Yavuz'un İran'a karşı ilan ettiği savaş, son sebebe dayanmaktadır. Özellikle yükselme döneminde bazı harplerin, İslam'ın davetini yaymak için yapıldığını ifade etmek gerekmektedir. insanları zorla Müslüman yapmak için savaş yapılmadığı ortadadır. Ölçü şu ayetlerdir: "Fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerler ise, bilin ki, düşmanlık ancak zalimlere karşıdır";  "Dinde ikrah ve icbar yoktur". Osmanlı Padişahlarının fethettikleri toprakları, cizye ve haraç vermek şartıyla tekrar eski Hıristiyan idarecilere teslim etmesi, bu dediklerimizin en büyük delilidir. Bu konuda Halil İnalcık Hocamızın Balkanlardaki fetih politikası ile ilgili makalelerine bakılabilir.

2) Düşmanın İslam toprağını istila etmesi veya tahammül edilemez bir şekilde hareket etmesi halinde, müdafaa harbi yapmak gerekir. Müdafaa, can, aile, din veya vatan için olabilir. Bunu kısaca nefsi müdafaa diye özetlemek mümkündür. Zaten cihada müsaade eden Kur'an ayeti de buna dikkat çekmektedir: "Artık saldırıya uğrayan mü'minlere zulmedildiği için cihada izin verildi". Bun en güzel misal şu olaydır: 2. Murad, tamamen sulha taraftar olarak, murahhaslarını barış antlaşmasını imzalamak üzere Segedin'e göndermiş idi. Kendisi oğlu Mehmed'i tahta oturtarak Manisa'ya çekilir çekilmez, Papa'nın tahrikiyle 2. Murad'dan kendileri barış isteyen Macarlar ve Sırplar yeniden haçlı orduları teşkil ederek Osmanlı Devleti'ne hücum etmişlerdir. Bunu bilinen 2. Kosova Meydan Muharebesi takip etmiştir. Kısaca Osmanlı Devleti'nin yaptığı harplerin önemli bir kısmı, müdafaa harbi niteliğindedir. Kanuni zamanında yapılan Belgrad ve Mohaç seferlerinin sebepleri ise, düşmanın yapılan andlaşmanın şartlarını tek taraflı olarak iptal yoluna gitmeleridir.

3) Gay-i müslim bir ülkede azınlık halinde bulunan Müslümanların yardım istemeleri de meşru bir harbin gerekçesini teşkil eder. Buna biz, İslam'ın davetini emniyet altına almak ve bu davete icabet etmek isteyen güçsüz ve zayıf kimselere destek olmak da diyebiliriz. Kıca insani sebepler de demek mümkündür. Mesela Rodos'un fethi orada bulunan 5-6 bin kadar Müslümana zulüm yapılması ve hatta yerli ahaliye bile zulmedilmesidir. Gerçekten buradaki Müslümanları, Hıristiyan idareciler, adada esir tutmuşlar; gündüz boyunları bukağıda ve gece ise ayakları zincirde işkenceli bir hayata mecbur etmişlerdir. İbn-i Kemal, Mohaç Seferinin sebeplerinden bir olarak Macar Valilerinin ahaliye yaptıkları zulmü göstermektedir. Nitekim gayr-i müslim tarihçiler dahi, Bizans'ın zulmünden dolayı çok sayıda Hıristiyan re'ayanın Osmanlı askerinden yardım istediğini açıkça ifade etmektedirler.

4) Münafıkları, dinden dönenleri, İslam'ın kesin emirlerini (zekat gibi) inkar edenleri, isyancıları ve andlaşmayı bozanları cezalandırma gayesi de meşru bir harbin gerekçeleridir. osmanlı Devleti'nin Anadolu Beylikleri ve Celali isyanları ile ilgili bütün askeri hareketleri bu manada harbe girmektedir. Gerçekten Osmanlı tarihini inceleyenler, mesela Karamanoğullarının, Osmanlı orduları Bizans'ı veya bir başka gayr-i müslim devleti mağlup edeceği çok kritik zamanlarda, orduğunun Avrupa'da bulunmasından yararlanarak, Bursa gibi Müslüman bir şehri defalarca yakıp yıktıklarını çok iyi hatırlayacaktır. Mesela Yıldırım Bayezid, tam İstanbul'u muhasara altına almışken, Karamanoğlunun Osmanlı topraklarına girmesi üzerine muhasarayı terk ederek Anadolu'ya geçmek mecburiyetinde kalmıştır.

Osmanlı Hukukçuları düşman şahıslara göre harbi dörde ayırmışlardır: A) Gayr-i müslimlerle yapılan savaş. B) Mürtedlerle yapılan savaş. İslam Dinini terk edenlere mürted veya ehl-i ridde denilir. Bunlara karşı silaha müracaat etmeden önce, şüpheleri izale edilerek İslam'a dönmeleri için gayret gösterilir. Bu işleme istitabe denir. Vazgeçmezlerse savaş ilan edilir. C) Bağilere (isyancılara) karşı yapılan savaş. Mevcut bir nizama isyan eden asiler, sulp yolu ile itaat etmezlerse, savaş ilan edilir. Osmanlı hanedanı arasındaki savaşlar ile isyancıları bastırma hareketleri (Celali isyanları) bu gruba girmektedir. D) Muhariplere yani milletlerarası haydut ve korsanlara karşı yapılan hapler. Yol kesme suçlarını işleyenlere karşı savaş ilan edilebileceğini Kur'an açıklamaktadır.

Bizi burada asıl ilgilendiren birinci harp çeşididir. Diğerlerinin kendilerine mahsus bazı hükümleri vardır. Hususi hükümlerinin dışında genel harp hükümleri tatbik edilir.

İslam hukukunun ortaya çıktığı dönemlerde, insani esaslarla bağdaşan bir harp kanunu ne Sasanilerde, ne Romalılarda ve ne de başka bir millette mevcuttu. İnsani esasları temel kabul eden İslam orduları ve özellikle de Osmanlı orduları, meşru olan harp kanunlarını çok ciddi bir şekilde uygulaya gelmişlerdir. Başkasının malına müdahale etmeme yasağını çiğneyen bazı Sırp asıllı askerleri hemen idam ettiren 1. Murad Hüdavendigar'ın bu hali, yüzlerce misallerden biridir.

Cihadın ilanı, İslam hukukunun emrettiği muamelelerin ifası demektir. Bu muameleler şunlardır: Savaşa başlamadan önce gay-i müslimler mutlaka İslam'a davet edilmeli, aksi takdirde savaş yapılacağı ihtar edilmelidir. Ayrıca düşman gayr-i müslimler, eğer zimmi olabilecek grupdan iseler, islam'ı kabul etmemeleri halinde cizye vererek, İslam devletinin hakimiyeti altına girmeleri teklif edilir. Bu iki teklife müsbet cevap alınamadığı takdirde fiilen harp başlar. Nitekim Petervaradin'in fethinden evvel, Kur'an ve Sünnetin emrine uyularak sulp içinde itaatleri istenmiş ve İbn-i Kemal'in kaydına göre isyan ve zulümde inad edince cihad ilan edilmiştir. osmanlı tarihleri, her savaş öncesi, "Kötülüğü en güzel bir şekilde bertaraf ediniz" hadisi ve "Rabb'inin yoluna hikmek ve güzel öğütle davet et" ayetinin emirlerine uyulduğunu açıkça beyan etmektedirler. Bu dediğimiz hususu, Batılı tarihçiler de kabul etmektedirler. Mesela Alman Tarihçi Lies aynen şunu söylemektedir: "Rum ve Acem ülkeleri feth edilince, Müslüman ordular bu ülkelerin insanlarını, İslam ile kılıç arasında değil, İslam ile cizye arasında serbest bırakmışlardır. Bu husus methe layıktır"

Kısaca Osmanlı Devleti'nin kuvvetle değil davetle yayıldığını ve diğer milletlerle olan savaşlarının, yukarıda zikredilen sebeplerle meydana geldiğini görüyoruz. osmanlı Devleti'nin 400 atlı ile birden bire cihan devleti oluşunun izahı da sorumuzun cevabını teşkil etmektedir.

1 Mart 2013 Cuma

Osmanlı Devleti, Bizans'ın bir kopyası mıdır? Bizans devlet müesseselerinin Osmanlı devlet müesseselerine etkisi var mıdır?

Osmanlı - Bizans
Bu iddia, tamamen, Batılı olan Busbecq gibi seyyahların, Rambaud ve Gibbons gibi tarihçilerin, tıkpı islam Hukukunun Roma Hukukunun aynen devamı olduğuna dair iddialarda bulunan Müsteşrikler gibi, ileri sürdükleri, delilden mahrum bir iddiadır. Maalesef, bütün osmanlı hukuk sistemi ve devlet teşkilatı ile ilgili arşiv belgeleri, bu iddiaların tamamen hayali ve esassız olduklarını ispat ettikleri ve Fuad Köprülü gibi araştırmacılar da, ileri sürülen bütün iddiaları, satır satır delillerle çürüttükleri halde, Avrupalı bazı tarihçilerin iddialarını sürdüren bazı tarihçilerimiz ve bilim adamlarımız hala bulunmaktadır. Bu sebeple, kısa da olsa, meseleyi özetlemekte yarar vardır. Konu ile ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenleri, Osmanlı müesseselerinin, Bizans müesseselerinin bir taklidi olmayıp, kendi geleneği içinde geliştiğini gösteren ve peşin hükümlerle değil, sağlam bir tarih metoduyla ve ilmi delillerle bunu ispat eden Fuad Köprülü'nün Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te'siri adlı eserine; 3. Ahmed'in fermanıyla kaleme alınan, sadece bu soruya cevap veren ve Osmanlı Kanunnameleri adlı eserimizin 11. Cildinde neşredilecek olan Kanun-i Teşrifat ve Teşkilat adlı Kanunnameye havale ediyoruz.

Böyle bir iddiayı ileri atanların en büyük delilleri, Fatih'in Kanunnamesindeki bazı hükümlerin Bizans Hukukundan adapte edilmiş olması; Anadolu-Rumeli Beylikleri ikilisinin, Kazaskerliğin, Defterdarlığın ve hatta Padişahların her hafta İstanbul'daki camilerden birine gitmesinin bile Bizans'tan taklid edildiği şeklindeki hayali sözlerdir. Bu iddialara karşı özetle şunları söylemek icab etmektedir:


  • Osmanlı Devleti, Müslüman bir devlettir. Dolayısıyla bu devletin hukuk, idare ve kıca bütün müesseselerinde İslam'ın esasları etkili olmuştur. Osmanlı Devleti'nin teşkilatında iki önemli etki söz konusudur. Birincisi, islam Dininin esasları ve Müslüman devletlerin tesiri. Buna misal olarak Abbasi Devletini zikredebiliriz. İkincisi, eski Türk Devlet teşkilatı. İslam'ın esaslarına aykırı olmayan hususlar, Türk Devletlerinde aynen korunmuştur. 

Osmanlı Devletinin örnek aldığı devlet, çeşitli milletlerin elinde gelişip büyüyen İslam Devleti'dir. Bilindiği üzere, her şeyde olduğu gibi siyasi, hukuki ve askeri bir teşkilat olan devletin gelişmesinde de tedricilik esastır. Her şey gibi İslam devleti de basitten daha mükemmele doğru gelişmiştir. Hz. Peygamber kendi devrinde yasama, yürütme ve yargının başıdır. İlk yazılı anayasayı kendisi hazırladığı gibi, ihtiyaçlara göre devlet teşkilatını da kurabilmiştir. Kur'an'ı ve önemli belgeleri kaleme alan vahiy katiplerinin tesbiti, kendisine danışmanlık yapan kimselerin tayin edilmesini, vergi tahsili için amillerin (vergi memurlarının) çevreye gönderilmesi, belli merkezlere kadı tayini yapılması ve benzeri hususlar, Asr-ı Sa'adette de önemli bir devlet teşkilatının bulunduğunu göstermektedir. 

Hz. Ömer zamanında devletin mali ve askeri meselelerinin yürütülmesi için, Sasani devletinde bulunan divan sisteminin benimsenmesi, islam devlet teşkilatında önemli bir gelişme olmuştur. Eski Türk kurultay ananesinin de tesiriyle, bütün Müslüman Türk Devletlerinde devlet merkezinde bulunan ve devletin işlerini birinci derecede görmeye yetkili kılınan bir divan, daima bulunmuştur. 

İdari teşkilatın oturması Abbasilerde mümkün olmuştur. abbasi Devletinin idari teşkilatı, kendisinden sonraki bütün İslam devletlerini ve özellikle de Osmanlı Devleti'ni ciddi manada etkilemiştir. Bazı ifade değişiklikleri dışında, Divan-ı Hümayun'un da, Kazaskerlik müessesesinin de, eyalet sisteminin de, başta Abbasi Devleti olmak üzere Müslüman devletlerden alındığı kesindir. 


  • İslam Hukuku, Kur'an ve Sünnet'in esaslarına aykırı olmamak şartıyla, diğer devletlerin idari teşkilatlarının ve askeri-mali kanunlarının Müslüman devletler tarafından alınmasında beis görmemiştir. Selman-ı Farisi'nin tavsiyesi üzerine Divan sisteminin Sasanilerden alınması ve Hz. Ömer'in İran'daki bazı vergilerin, mahiyetleri şer'i hükümlere aykırı olmamak şartıyla aynen bırakılmasını emretmesi bunun en müşahhas misalidir. Nitekim İslam Hukukunun kaynaklarından biri de Şera'iu Men Kablena yani eski hukuk sistemleridir. Bu manada, osmanlı Devleti'nin Bizans'a ait muhaberat sisteminden yararlanmış olması; sorguçlar, solaklar ve peykler gibi bazı giyim ve protokol kurallarının Bizans'tan ilham alınarak düzenlenmiş bulunması; Sırbistan'ı fethettiklerinde, "miri arazi üzerindeki madenlerin işletme esasları ülü'l-emr tarafından tanzim olunur"  şer'i hükmüne uyularak, eski Sırp Kanunlarının tadil edilerek kabul edilmesi, hep bu esasların bir meyvesidir. Bu uygulamalar, Osmanlı Devleti'nin hukuk ve devlet teşkilatını Bizans'tan aynen aldığı manasına da gelmemektedir. 
Özellikle bazı örfi vergilerin Bizans yahut bir başka devletten alınması ise, İslam'ın esaslarına uymak şartıyla, İslam Hukuku tarafından caiz görülmektedir. Kaldı ki, bu iktibas iddiaları da doğru değildir. Hele hele öşür vergisinin Bizans'tan alındığını iddia etmek, İslam Hukukundan haberdar olmamak demektir. 

  • Tamamen faraziyeler halinde kalan ve ama ispat edilmiş mesele olarak takdim edilen bu görüşlerin aksine, Osmanlı Devleti'nin müesseseleri, Bizans'tan değil, eski İslam Devletlerinden, İslam'a aykırı olmamak şartıyla eski Türk Devletlerinden ve özellikle de Anadolu Selçuklu Devleti ila Anadolu Beylikleri'nin siyasi ve idari teşkilatından ve ayrıca Moğol asıllı Müslüman devletlerin, mesela İlhanlı Devleti'nin müesseselerinden ciddi manada etkilenmiştir. Ancak kendini yenilediği, Bizans veya başka bir devlette gördüğü yeni bir müesseseyi tadil ederek kabul ettiği de bir gerçektir. Eğer Nizam'ül Mülk'ün Siyasetnamesi ile Uzunçarşılı'nın Osmanlı Devlet Teşkilatı ile alakalı eserlerini mukayese ederseniz, bu söylenenlerin ne derece doğru olduğunu daha rahat anlayabilirsiniz. 
Mesela, osmanlı Devleti'nin asırlarca en mühim devlet organı olan Divan-ı Hümayün, Abbasiler'den itibaren Anadolu Selçuklularına kadar bütün Müslüman devletlerinde bulunan Divan'ların devamıdır; eğer İslam hukuku eserleri incelenirse, vezaret-i tefviz makamının sadece isim değişikliğiyle Osmanlı Devleti'ndeki sadrazamlık makamı olduğu hemen anlaşılacaktır. En çok itiraz edilen ve Bizans'tan alındığı iddia edilen iki beylerbeyilik usulünü ise, Anadolu Selçuklularında, Memlüklüler'de ve Altınordu Devleti'nde de olduğunu söylemek yeterlidir. Merak edenleri, Kalkaşandi'nin Subh'ül A'şa'sına havale ediyoruz. 

Nihayet hukuk sistemi ile ilgili olarak da şunları söylemek yerinde olacaktır: Osmanlı Devleti, İslam hukukunu tatbik hususunda diğer Müslüman Türk Devletlerinden kitaplarındaki Hanefi görüşleri esas alınarak uygulamaya gidilmiştir. İslam Hukukuna muhalif bir görüşü uygulamak şöyle dursun, Hanefi mezhebine aykırı görüşleri uygulamayı bile çok ciddi şekil şartlarına bağlamıştır. Ancak İslam Hukukunun yüksek otoriteye (ülü'l-emre) içi boş yasama yetkisi tanıdğı sahalarda, belli bir yasama formalitesini kullarının maslahatlarını şer ve kanun üzere görmüşler, bütün hukuki anlaşmazlıkları "şer'i şerif ve kanun üzere ahkam-ı şerife vererek halletmişlerdir. Zaten Mültek'al-ebhur 1648 ve 1687 tarihli fermanlarla Osmanlı Devleti'nin resmi hukuk kodu olarak kabul edilmiştir. 

Kısaca, Osmanlı Devleti müesseselerinin, İstanbul'un fethinden sonra yeni baştan tertip ve tanzim edildiğini söylemek, tarihi vakıalara terstir. Fatih Kanunnamesi de, Bizans'tan etkilenerek hazırlanmış bir Kanunname değil; belki o zamana kadar uygulana-gelen kanun hükümlerinin resmi bir şekilde tedvin edilmiş bir halidir. Fatih devrinde Osmanlı Devleti'nin hukuk sistemi veya müesseseleri köklü bir değişikliğe tabi olmamıştır. 

Yapılan incelemeler, Bizans müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine etki etmediğini göstermektedir. Alay ve efendi gibi bazı tabirlerin veyahut bazı giyim tarzlarının Bizans'tan gelmesi ise, daha önce aktardığımız İslam Hukuku kuralına dayanmaktadır ve zaten daha önceki dönemlerde geçmiştir. Öyleyse, Osmanlı Devleti'ni Bizans'ın İslamlaşmış hali diye takdim etmek, tarihi bilmemek demektir.